Bırakmak, uzun süredir “e tabii bırakmak lazım” dediğim ama içselleştirmekte zorlandığım bir tanım. Neyi tanımlıyor peki? Bırak gelsini mi, bırak kalsını mı yoksa bırak gitsini mi? Ya cevap hepsiyse?
Bırakmak bir yana bir şeylere yapışmak ve tutunmak üzere eğitildik. Okuduğumuz okullardan izlediğimiz filmlere, aileden sokağa hep yapıştırıldı bize bir şeyler. Tutunmamız söylendi. Öyle bir işlendi ki içimize bunlar, artık birilerinin hatırlatmasına da gerek yok. Bir de buna zihnimizin evrimsel olarak alışık olduğu kötüye bağlanma ve tekrar tekrar aynı hikayeyi yaratma becerisini eklersek her yaşadığımız “kötü” olayı, duyguyu, düşünceyi gerçeğin bütünü sanıp döndürüp duruyoruz kafamızda. Yetmiyor, yeni hikayeler de ekliyoruz ya şöyle olsaydı ya böyle olsaydı, şöyle desem daha iyi olurdu, böyle yapsamdım şayet falan filan… Hele çocukken yaşadığımız olumsuz deneyimler içimizde doğru sandığımız inanç kalıplarına dönüşüyor. Biz yetişkin olduğumuzu sanırken çocukken aldığımız kararlarla, inançlarla sürdürüyoruz yetişkinlik oyununu.
Küçükken inanç kalıpları, -meli -malılar hep yapıştı bana da. Büyükler söylüyorsa doğrudur dedim. Koskoca öğretmen herkese pekiyi verirken bana ısrarla “daha çok çalışmalısın” notu ekleyerek iyi veriyorsa bende bir sorun olmalıydı. Sorun olduğunu bil ki düzelt, değil mi? Ama sorunlu biriysem nasıl ayağa kalkacaktım? Oyun oynamak yerine ders çalışmayı seçersem nasıl dikkatimi toplayacaktım? Oyunu seçince beni düştüğüm suçluluk duygusundan kim kurtaracaktı? Hiçbir şeye yetişememe duygumla nasıl başa çıkacaktım
Kendilik algım zaten param parçayken ilkokulda bir arkadaşımın doğum günü partisinde yanımda oturan başka bir arkadaşım doğum günü çocuğuna sormuştu: “Ben Burcu’yu hiç sevmiyorum, ya sen?” Doğum günü olan arkadaşım, bilmem ben seviyorum, demişti. Peki, ben sevindim mi beni sevdiğine? Hayır, diğerinin beni sevmeyişine tutundum. Kendi içimde mutsuz bir çocuk olmasam da arkadaşlar arasında sevilmiyorum hissi içime oturmuştu o an. Sonra lise yılları. Lisede ayrı bir hüzünle kaplandım. Ergenlik ağır geldi bana. Üzgünlüğüme yapıştım.
Hepimizin zaman zaman yaşadığı şey; üzgün olmak, öfkeli olmak, aşağılanmış hissetmek, mutlu olma çabasına yapışmak, kedere yapışmak, tutunmak hem de hepsine birden. Ama ne ilginçtir ki hiç de istemediğin bu duygulara bir elinle yapışmışken diğer elinle yumruklayıp uzaklaştırmaya çalışırsın. Kendine yapıştırdığından kurtulamazsın…
Hadi, biraz da komik anılarla örnekleyelim insan zihninin yapışma ve tutunma hallerini…
Lise son bitmiş, üniversite sınavı sonrası tüm lise sonlar tatile Bodrum’a gitmişiz. Havalı kızlar, uzun saçlar, şıkıdım şıkıdım haller. Erkekler cool havalarda. Güzel bir günde tekneyle açıldık mavi sulara. Demirlediğimiz ilk koyda “muz”cu geldi… Hoop, hemen muz sırasına girdik, bol bol eğleneceğiz ya! Bindik muza. Adam anlattı bir şeyler. Ben kendimce, kendi dünyamdan, kendi algılarımla dinledim elbette. Hızla gidiyoruz, zıplaya zıplaya, ay ne de komik! Hiç beklemediğim bir anda sürat teknesi ani bir dönüşle muzu yana yatırdı. Yatış o yatış, herkes suya döküldü. Peki, ya ben? ASLA TESLİM OLMAYACAĞIM! Tutundum mu deli gibi muzun kopçasına! Sürat teknesi hâlâ gidiyor ve ben suda taklalar atan muzun üzerinde tabiri caizse seve seve gidiyorum. Öyle bir tutunmuşum ki, sanki Amerikan filmlerindeki dünyayı kurtaran o seçilmiş kişiyim. Biri bağırıyor uzaklardan, “Bııırakkk… bııırraaakkk… düüüşşşş…” Zaten halim mi kalmış, bıraktım kopçayı hooopp suya, güm… Ellerimin, kollarımın titremesini, tüm vücudumdaki şoku ve sertliği anlatmam mümkün değil. Tabii ben bu acıyı hiç çaktırmıyorum etrafa. Bir daha bindik muza. Tekne tam hareket ederken ben büyük bir panikle bıraktım kopçayı… Herkes bozuldu çünkü beni sudan almak için hayli vakit “harcadılar”. Ben artık bu sefer tutunmaya değil bırakmaya tutundum. Çünkü o acıyı bir daha yaşamak istemiyordu bedenim. Baktı zihnim korumuyor beni, bedenim aldı sazı eline; tehlike hissettiği an sürüngen beyinden gelen sinyalle attı kendini denize… Herkesin eğlencesi olan muz, benim hayatımın travması oldu. Bir daha da kimse bindiremez beni muza… Binmem ama yerim!
Duygular ve düşünceler bir anda doluverir içimize. Biz de kimisine sıkı sıkı tutunur, tamamen gerçek olduklarına inanırız. Halbuki onlar sadece düşüncedir; bugün doğru, yarın yanlış olabilirler. Üstelik bizim yarım yamalak algımızla, inanç kalıplarımızla süslediğimiz düşüncelerdirler. Ah, o ağır duygular yok mu! Kaçasımız gelmez mi sırf hissetmeyelim diye? Ama bir taraftan da o duyguya öyle bir tutunuruz ki, duygu gelir geçer ama biz vazgeçmeyiz duygumuzdan. Çünkü, kendimize ait inanç kalıplarımız vardır.
Mesela dürüst olmak. Dürüst olmak adına bazen yanlış zamanda, yanlış yerde söyleriz doğruları. Kimi zaman kalp kırarız kimi zaman soruna yol açarız, bazen de komik duruma düşeriz. Üniversitede okurken babam kendi harçlığımı kazanmam için bana iş teklif etmişti. Haftada birkaç gün ofisine gidiyordum ve telefonlara, kapıya bakıyor, getir götür işlerini yapıyordum. Şirket, babamın çok yakın bir arkadaşınındı. Yıllardır birlikte çalışıyorlardı. Merkezi İzmir’de olduğu için babam hem İstanbul ofisinden sorumluydu hem de mühendis olarak makina tamirlerinden. Bir gün yine ofise yardıma gitmiştim. Babam odasında uzun bir telefon görüşmesi yapıyordu. Kapı çaldı, hemen açtım. Elinde kağıtlar tutan tanımadığım bir adam, “Patronla görüşebilir miyim?” dedi. Ben, “Kendisi telefonda, meşgul,” dedim. Adam, “Siz kimsiniz?” diye sordu nazikçe. Bende hatlar bir karıştı. İçimden şöyle bir hikaye akmaya başladı: “Şimdi siz patron deyince ben telefonda dedim ama aslında o patron değil. Ama, evet bu ofisten sorumlu. Ben yardımcı oluyorum kendisine. Ama aslında tam olarak da çalışıyorum sayılmaz yani. Bir de o patron değil ama ben onun kızı oluyorum. Tabii babam da bana destek oluyor. Yani içerideki adam benim babam.” Adam hâlâ bana bakıyor ve cevabımı bekliyordu. Ben ille de dürüst olacağım ya, neyi nasıl en doğru haliyle söyleyeceğime, vereceğim cevabın doğruluğuna öyle bir tutunmuşum ki bir anda ağzımdan “Ben babamın kızıyım!” lafı çıkıverdi. Aslında ne kadar da doğru bir özet değil mi? Ah, adam kaçırır mı fırsatı! Nasrettin Hoca misali çaktı cevabı “Aaaa, ne kadar güzel babanızın kızı olmanız. Biz de sekreterler için konuşma kursu veriyoruz. Bence siz de mutlaka katılın,” dedi ve elime kağıdı tutuşturup gitti. Kapıyı kapadığımda kızı olduğum ama patron olmayan babam görüşmesini bitirmiş, kapıdakinin kim olduğunu soruyordu. “Hiiç, önemli bir şey değil,” dedim en dürüst halimle.
Bırak kardeşim işte… Bırak… Rrr’ye basa basa bırrrrak. Bırak, karıştırma kafanı daha fazla, tutunma ayrıntılara. Boğuşma duygularla düşüncelerle… Bırak… Bırak… Bırak gelsin, bırak kalsın, bırak gitsin. Sen değeri gelene gidene değil asıl varlığına ver. Bulut değilsin, dalga değilsin. Sen gökyüzüsün, okyanusun kendisisin. İçinde bin bir canlı, bir sürü duygu var, çünkü yaşam demek farklı duygularla dolu olmak demek. Üzüntü de var, mutluluk da, başarı da var başarısızlık da. Yeter ki hiçbirine sıkı sıkı tutunma. En değer verdiğin değerlerine bile tutunma. Hafifçe tut. Şefkatle, özenle, merakla tut ama yapışma.
Bırak muzu, farkında değil misin darmadağın oluyorsun bu hızda tutunurken. Bırak, düş denize. Islan, gül, eğlen; amaç eğlenmek, öğrenmek.
Tutunmak ve debelenmek değil.
Dürüst olacağım diye komik durumlara düşmek zorunda değilsin.
Biraz sakinleş ve düşün. Artık işe yaramadığı halde nelere, kimlere. Hangi duygu ve düşüncelere tutunuyorsun hayatında? Acıtacak diye nelerden, kimlerden kaçıyorsun hayatında?
Bir anda nasıl bırakayım onca yılın alışkanlığı var, diyeceksin. Kaçmayayım da ne yapayım bu acıyla yaşanır mı, diyeceksin. Ben de derim ki haklısın, tutunmayı bırakmak da acıya bakmak da hepimiz için zor. Önce bunu kabul edelim mi? Önce hepimizin, tüm insanların bu acıları, bu kaçışları yaşadığımızı, yalnız olmadığımızı bir görelim mi? Sonra da içimizde olanlara bakalım mı? Ne dersin? Önce sadece fark etmek ve bakmak. Yargısızca, nazikçe. Hepsi bu… Muz bahane… patron şahane!
No responses yet